Söyleşi

GBBŞS ile ilgili yazı

01.06.2019 00:00

Nihat Dağlı'nın GBBŞS ile ilgili yayınlanan yazısı:

Bir ara, önemsediğim psikiyatrlara, hayat ve psikiyatri okumalarımdan hareketle geliştirdiğim soruları sormayı, bu sorulara aldığım cevapları “Psikiyatri Odasında” başlığıyla yayımlamayı düşünmüştüm. Hazırladığım yirmi kadar sorudan biri şöyleydi: Doktorun odasına girildiğinde, insanlar mutlak bir teslimiyet gösterip, kendilerini hekime altın tepsi içinde sunuyorlar. Doktorlar sanki bedenin hâkimidirler. Söyledikleri tartışılmaz bir gerçek, reçeteleri mutlak surette uyulması gereken yazılı metinler gibi algılanıyor. Oysa doktor da insanî durumun dışında olmadığına göre, böylesi bir iktidar gücü problemli değil mi, yanlışlık üretmiyor mu? Sahi, doktor bizim neyimizdir, neyimiz olabilir? Ofisinize gelen her biri, hikâyesini bırakıp gidiyor. Çalışma mekânınızda hikâyeler çınlıyordur. Zihniniz, bir hikâye antolojisine dönüşmüştür. Bu kadar çok hikâyeyi fark etmiş, bu hikâyelere bir yerden bulaşmış biri olarak, kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Sorudan da anlaşılacağı gibi, doktor-hasta ilişkisi üzerinden modern tıbba itirazım vardı. Bu soruyu sorduğum sıralarda, kendince bir ‘ben’ kurmuş arkadaşım, kurduğu ‘ben’ ile hayatın gerçekliği arasındaki boşluk ve çatışmadan rahatsızlık duyduğundan, psikiyatra gitme gereğini hissediyordu. Bunu bana açtığında, psikiyatrin derdine derman olamayacağını söylemiştim. Biyolojiye batmış psikiyatrinin, önüne geleni, tamir edilecek bir aygıt gibi gördüğünü, ‘hasta’yı aşıp ‘insan’a varamadığını, dolayısıyla, ‘insan’ı var kılmayanın ‘hastalığı’ yok edemeyeceğini belirtmiştim. “Tıp ahlaktan soyulduğunda yeryüzünün en soysuz ticari vasıtalarından biri olmaya adaydır. Ancak merhamet, hemhal oluş ve ahlak ile uygulanmasıdır ki onu kutsal bir meslek kılar.” diyen Kemal Sayar gibi düşünüyordum. Bunu düşünürken, kültürel psikiyatri yaklaşımının öncüsü olan Arthur Kleinman’ın ilk hastasıyla yaşadığı tecrübeyi önemsiyordum. Kleinman ilk hastasıyla yaşadığını şöyle anlatıyordu: “İlk hastam yedi yaşında duygulu bir kız çocuğuydu. Bedeninin neredeyse tamamı çok kötü bir biçimde yanmıştı ve ölü dokuların bir pansuman işlemiyle her gün yeniden çıkarılması, derinin her seferinde soyulması gerekiyordu. Bu yaşantı ona çok büyük acı veriyordu. Ağlıyor, çığlık atıyor, kendisini incitmemeleri için tedavi ekibine yalvarıyordu. Benim görevim yeni bir klinik öğrencisi olarak onun hasar görmemiş elinden tutmak ve cerrah onu temizlerken onu sakinleştirmeye çalışmaktan ibaretti. Bütün pansuman boyunca onunla bir ilgi kurmaya çalışıyor, ailesinden ve evinden bahsetmeye çalışıyordum, bütün bunların onun dikkatini pansumandan alacağını sanıyordum.

Onun yaşadığı dehşete doğrusu ben de zor tahammül ediyordum. Ama bir gün aramızda bir ilişki kuruldu. Kendi yetersizliğime ve bilgisizliğime hayıflandığım ve onun elini tutmaktan başka bir şey yapamadığıma yazıklandığım bir sıra ona bütün bunlara nasıl tahammül ettiğini sordum. Böylesine berbat biçimde yanmış olmak ona ne hissettiriyordu? Gün be gün bu berbat cerrahi ritüele maruz kalmak nasıl bir şeydi? Birden durdu, şaşırmıştı, sonra belirsiz bir yüz ifadesi ve doğrudan ve basit cümlelerle anlattı. Konuşurken elimi giderek daha sıkı tutuyor, ne çığlık atıyor ne de cerrah ya da hemşireyi uzaklaştırmaya çalışıyordu. O günden sonra bana güveni giderek pekişti ve bana neler yaşadığıyla ilgili duyguyu daha çok anlatmaya, hissettirmeye çalıştı. Bu rehabilitasyon birimindeki eğitimim sona erdiğinde ufak yanık hastası pansuman işlemine daha iyi katlanır olmuştu. Ancak onun benim üzerimdeki etkisi çok daha büyüktü: bana hasta bakımıyla ilgili bir ders vermişti, hastalarla konuşmak mümkündü, en sıkıntılı olanlarıyla dahi hastalığın yaşanma biçimi üzerine konuşabilirdiniz ve bunun tedavi edici bir değeri olabilirdi.”

Evet, psikiyatra giderek iyileşmeyi düşünen arkadaşıma itirazımı söylemiştim ancak biotıbbın yetmezliğini görmüş, hayatın yaşattığı acılara ve sordurduğu sorulara başka yerden cevaplar geliştiren psikiyatrlara da dikkat çekmiştim. Mustafa Ulusoy, “Psikiyatri Odasında” kendisiyle konuşmak istediğim doktorlardan biriydi. Zira o da, insansızlaşan tıbbın iktidarına rağmen kalb(in)e yaslanarak kendi dilini kuran bir hekimdi. Kapısını çalan, ofisinde kalbini açan hikâye sahiplerine kalbini açan bir insan-doktordu. Daha çok kalbi acılardan muzdarip hikâye sahipleri, Ulusoy’un ofisinde kalp taşıyan bir hekim buluyorlardı. Bunu Ulusoy’un yazdıklarından keşfediyordum. Ay Terapisi, Aynalar Koridorunda Aşk, Nietzsche ve Babaannem isimli kitapları, biotıbbın yetmezliğini fark etmiş, hayatın dertlerinin ilaçlarla tedavi edilemeyeceğini görmüş bir hekimden haber veriyordu. Ulusoy, insanın temel acılarının peşine düşmüş bir hekimdi. Yazdığı yazı ve kitaplarla, bu acıların nasıl bir boşlukta uç verdiğini gösteriyordu.

İnsanın Temel Acıları Üçlemesi’nin birinci kitabı Aynalar Koridorunda Aşk’ta insanın aşk hallerini konuşan Ulusoy, şimdi serinin ikinci kitabı “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” ile ölüme yoğunlaşıyor. Aşka düşmüşseniz ölüme de yakalanırsınız; ölümle birlikte var oluşu, ayrılığı, yok oluşu düşünürsünüz. Ölüm!... Ne muhteşem bir uyarıcıdır o! Bakmayın siz hayata. Hayatın çekiciliğini, buyurganlığını, cazibesini, kışkırtıcılığını bir de ölüm üzerinden okuyun! Pul pul döküldüğünü göreceksiniz, afili elbiselerinden soyunduğunu. Çıplak, en sahih ve doğru yüzüyle görünecektir. Varlığı, hayatı ve insanı ölüm belirler. Bu yüzden ölüme vurulmamış her bir şey doğru tartılmamış sayılır. Ancak ölümün doğruladığı şey ve hayatlar yaşanasıdır. Ölüm hayatın orta yerinde duran, durması gereken aydınlıktır. Ölümün yanı başında kurulmuş insan ve medeniyetler yaşatırken, ölüme yabancılaşmış insan ve yapılanmalar ise öldürür. Hayat ölüme yakınlıkta kurulur. Ölümü örtmekle, kuytulara sürmekle daha iyi bir hayatın mümkün olabileceği sanısı, büyük bir yalandır.
Kur’an, “Ölüm dahi, hayat gibi mahlûktur, hem bir nimettir” diyor.

Saramogo, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş romanında, ölümün olmadığı yok bir ülkede ölümsüzlüğün nasıl bir bela olduğunu anlatır. Ölümün olmadığı o yok ülkede, hayat yaşanmaz hale gelir. Bir türlü ölmek bilmeyen yaralılarla, hastalarla, yaşlılarla dolu ev, hastane ve kurumlarda kokuşma ve çürüme başlar. Başta nimet gibi görünen ölümsüzlüğün aslında afet olduğunu gören ülke insanları, ölümün kıyısına kadar gelip ama bir türlü ölemeyen yakınlarını ölsünler diye komşu ülkeye taşımak zorunda kalırlar. Romanın sonunda anlarsınız ki, ölüm de hayat gibi insana çalışır. Oysa görünene kilitlenmiş nefs ve akıl bunu kabul edemiyor, ölümü yokluk olarak görüyor; insanın, her bir şeyin ölümle birlikte tefessüh ettiğini, söndüğünü, çürüdüğünü düşünür. İşte bu nefs ve akıl soruyor: Lezzetin ve hazzın bitimi olan ölüm, nasıl mahlûk ve nimet olabilir? Nefs ve akıldan mürekkep insanın temel sorusu budur. Bu soruya cevap bulmadan, hayatın tadını/tuzunu bilmez. Ölümü konuşmak zorundadır zira yaşamak için ölümü konuşmaya ihtiyacı var. Ölüm konuşulmaya başlandığında ise hayatın her bir hali ortaya dökülür.

Mustafa Ulusoy, Giderken Bana Bir Şeyler Söyle anlatısında bunu yapıyor. Ölümü konuşmaya girişirken hayatın alfabesini söküyor. Artık şu çok açık ve nettir: Bir hayatperest olan pozitivizmde (seküler modern algıda) ölüm; korkunç, dekadans ve kötücül olandır. Pozitivizme yaslanan edebiyat ve sinemada, bu edebiyat ve sinemanın hem kaynağı hem de sonucu olan hayatlarda ölüm ‘korkunç’ olarak karşımıza çıkar. Buna karşın aşkın anlatılarda, bu anlatılardan beslenen algı ve hayatlarda ölüm, hem munis hem de iyileştirici bir şey olarak belirir. Ulusoy’un anlatısında karşımıza çıkan ölüm, hayatın boğazını sıkan değil, hayatın önünü açan, ona ışık düşüren bir şeydir. İslam’ın varlık ve hayat tasavvurundan beslenen bir nazarla, modern ve popüler algıların ölüme giydirdiği kara elbiseler yırtılıyor, ölüm çıplak, aydınlık yüzüyle görünür oluyor. Karalara bürünmüş ölümün kararttığı hayatların sahipleri renkleniyor. Dr Mavi, Beyaz’ın aydınlığında Eflatun’a, Kırmızı’ya, Kahverengi’ye, Eflatun’a, Yeşil’e el uzatıyor. Renklere düşmüş ölümün, ölümde kümelenmiş kaygıların, acıların, ayrılıkların diplerine bakılıyor, oralardan ışık, daha fazla bir ışıkla çıkılıyor.

İnsan nerede yaşar, konuklanır? İnsan dalıp gider, dalıp gittiği yerde konuklanır ve yaşar. İnsan niçin dalar? Dalar çünkü ‘şimdi’nin dayanılmaz bir ağırlığı vardır; dalarak, şimdiden geleceğe sarkarak rahatlar. An’ın kaskatılığından muhayyilenin sınırsızlığına sığınır. Kendisini kuşatan kaskatı an’dan firar eder, gider, kendince kurguladığı bir muhayyilede yaşar. Dalar, muhayyilesinde oturur ama geri de döner. An, yani şimdi, yani gerçeklik onu paçasından tutup kendine çeker. Dalıp gittiği yer onu tutamaz. O yorgun renklerin, dalıp giden, muhayyileye tutunan o fersiz bakışların yolları Dr Mavi’nin ofisinde kesişir. Dalıp gitmenin, kaçışın, muhayyilede tutunmanın çözüm olmadığıyla yüzleşirler. Ölümü çıplak, en sahici yüzüyle görürler. Yüzlerine, gözlerine ölüm aynası tutulur; aynada kendilerini görürler. Gözleri ve bakışları ölümle temizlenir, daha bir aydınlık bakarlar. Dr Mavi, her bir renge özen gösterir, çünkü ahlakın varlığa özen göstermek olduğunu bilir. Renkleri bozmadan, kırmadan, dökmeden kendilerine dokunur. Kendisine kalplerini açmış renklere kalbini açar.

Mustafa Ulusoy, Giderken Bana Bir Şeyler Söyle ile, ölümün içinden geçen renklerin geride bıraktıkları hayatları/hikayeleri/sözleri paylaşır bizimle. Hayat gibi ölümün de, hem mahlûk hem de nimet olduğunu anlatır. Feridüddin Attar, derdine derman arayan bülbül gibi değil, derdini seven âşıklar gibi şöyle diyordu: ‘Gıdan muradsızlık olmadıkça gafil gönlün nasıl uyansın? Dert sahibi ol ki derdin sana derman olsun. Ey yol eri, kitabıma şiir gözüyle ya da ululukla bakma. Kitabıma dertle bak da hiç olmazsa bendeki yüz dertten birine inan. İnsana dert lazımdır asıl, iş düşkünlüktedir. Kimin derdi varsa dilerim derman bulmasın. Kim derde düştükten sonra derman ararsa toprağın altına girsin, yaşamasın!’ Ulusoy, Attar gibi düşünüyor: Derdini sev; teslim ol ve kurtul, diyor.

 

 


Leyla İpekçi'nin 23 Ocak 2009 tarihinde GBBŞS'ye değinen yazısı

Asit çukurları, çuvallarla toprağa gömülmüş faili meçhuller, law silahları, suikast krokileri ülke gündemini belirlerken, bir haber sitesinde bunca kanıksanmış haberler arasında okuduğum bir cümle beni gündem dışına itti:

“Eski JİTEM Diyarbakır Grup Komutanı emekli Albay Abdülkerim Kırca intihar ederek sırlarıyla birlikte toprağa verildi, ancak geride çok tartışmalı bir JİTEM davası ve şüpheli ölümler kaldı. Yakınları Kırca’nın Ergenekon soruşturmasında tutuklanmaktan korktuğunu bunun yerine ölümü tercih edeceğini söylediğini anlattı.”

Gündem dışından kastim şu: Ölüm söz konusu olduğunda bunun artık siyasi referanslarla açıklanamayacak bir durum taşıyor olması. İsterse hakkında çok vahim ve dehşet dolu iddialar, ciddi tanıklıklar bırakmış bir emekli albay olsun, ölüme giderken –yani aslında bir süreliğine- hepimiz aynı yolu kullanıyoruz.

Bir süreliğine diyorum evet. Ölerek yok olmanın imkânsızlığını ‘oku’maya çalışan biri olarak, ölümün bir devam ediş olduğunu ve varlığımıza tanıklık eden her olgu gibi ‘canlı’ olduğunu düşünüyorum.

Ahiret hayatı derken, bu yüzden yine başka boyuttaki bir ‘dirim’den bahsedebiliyoruz. Ondan öncesi için de kabir hayatı terimi kullanılır. Bu berzah, bir nevi engel anlamına geliyor.

Kendine bir isim verilmiş ve anlamını buna nispet ederek kazanmış her varlık, insana bir emanet yükümlülüğü verir. Ve bu anlamda isimlerin sırrını taşımayı seçmiş olan insan, buradaki her ismin bir tecelli olduğunu kendiliğinden bilebilir. Her emanet ‘canlı’dır çünkü.

Ölüme gitmenin trajedisini eğer bu dünyada bıraktıklarınız üzerinden hafifletmeye çalışıyorsanız, dünyaya defalarca dönmeyi bekleyebilir, ya da ruhun canlı olmadığından hareketle, ölümü son nokta olarak görebilirsiniz.

Her iki durumda da yine bu dünyayı varoluşun şahdamarı olarak veya belki alemlerin ana merkezi olarak yüceltmiş, kutsamış oluyorsunuz. İnsanın tüm niteliklerini bu dünyaya indirgemek, hapsetmek, âlemlerle ilişkisine kör bırakıyor bizi.

Eğer varlıkların isimlerin tecellisiyle mevcut olduğunu düşünüyorsanız: Aynı ânın içinde saklı bir ‘mevcut olmama hali’nin de hakikate dahil olduğunu görebilirsiniz. Ve insanların ölümüyle gelen küçük kıyametten çok daha geniş, kâinatı kuşatan bir kıyamet şuuru da gelişmeye başlayabilir içinizde usul usul.

Kıyameti, yeniden ayağa kalkış, diriliş anlamında, yeni hayatın ilk günü olarak tasavvur ediyorum ben. Namaz esnasında bir cenin pozisyonu aldıktan sonra yeniden ayağa kalkmaya ‘kıyam etmek’ deniyorsa, namazda gerçekleştirilen her hareket de insanı kâinatın bütün hallerinden geçirerek, yeniden iki ayağı üzerinde duran varlık konumuna döndürüyor.

Buradan hareketle, insanın küçük alem olduğunu söyleyenler için: Hemen her dinde ve öğretide farklı yollarla gerçekleştirilen ‘ölmeden ölmek’, bu dünya hayatına mahsus, belki de en ‘canlı’ deneyimdir.

Her mefhumun zıddıyla hakikati kuşattığına dair bir dünya algısının içinde, öte dünya algısı (gayb) açılıyor ister istemez . Ve bu öte dünyanın ‘canlı’ olduğunu hissediyorsunuz.

***

Büyük sanatçıların, öykülerini bu dünyada bırakarak bir süreliğine ölümsüzleşmek için değil, giderken yanlarında götürebilmek için kendini ifade etmeye çalışanlardan çıktığını düşünüyorum bu yüzden.

Dünyada bıraktığımız her hayat öyküsü –sadece sanat eserlerimiz değil, en romantik aşk hikâyelerimiz, yaptığımız iyi veya kötü işler, dikilen heykellerimiz- bizim için tanıklık etmeye devam ediyor.

Bu yüzden adaletin tecellisinde bu dünyayı aşan, dünyevi hakikatimize aşkın kalan bir yan var. İlahi boyutu var adaletin. Tıpkı onu tartan vicdan gibi.

Ve belki de bu yüzden benim için ‘büyük sanatçılar’, bu dünyayı ‘öte’yi anlatır gibi anlatabilen sanatçılar oluyor her defasında. Metaforların metaforuna yaklaştıkça, soyuluyor kabuklar.

Evet, hiç bitmiyor kabuk soymak. Ama yatay ilişkilerin aşındırdığı yollarda, dikey bir eksenin insan kalbini hakikate bağlamış olduğunu görebiliyorsunuz kendiliğinden.

Başa dönersek. Kıyametle birlikte gelen dirilişe kadar, bir süreliğine, aynı yolu kullanıyoruz ölüme giderken. Mustafa Ulusoy, Giderken Bana Bir Şeyler Söyle adlı romanında, insanı şöyle tanımlıyor:

“Geçici bir hayatta etkisi sonsuza kadar sürecek seçimler yapmak zorunda kalan varlık.”

Bugünlerin ölüm, kan ve vahşet kokan gölgesinde, zan altındaki emekli albay da olsak, bu dünyadan giderken yanımızda neler götüreceğimizi tasavvur etmek belki biraz olsun metaforların diline ve ölümün içimizdeki her daim ‘canlı’ imgesine yeniden yaklaştırır bizi.

 

Haşmet Babaoğlu'nun 18 Ocak 2009 tarihli Sabah Gazetesinde GBBŞS ye değinen yazısı:

Her yer ve saatte dalıp dalıp gitmeliyiz... Bize bakıp düşünceli sanan ve "ne o Karadeniz'de gemilerin mi battı" diye soranlara, gülüp geçmeliyiz. Ya da belki "hayır, gemilerim değil ben battım, ne olur kurtarmayın" karşılığını vermeliyiz.

Dalıp gitmek ne dertliliktir, ne düşüncelilik ne de delilik! Bu koşuşturmaca, bu kuşatılmışlık, bu rutin mahkûmiyetler dünyasında bazen "inci avcılığı" için yegâne fırsat dalıp gitmelerimizdir.

Doğrudur, durup dururken ve sık sık dalıp gitmek "anormal" bir şeydir! Çünkü zamana ve mekâna sessiz sedasız fakat soylu bir başkaldırı biçimidir.

Bazen "terk" etmek gerekir. Orayı, onları, olup bitenleri... Hemen çekip gitmek gerekir ama lafı kadar kolay değildir, yapamayız! Görevler, ezberler vesaire izin vermez. Tam o sırada kısacık bir an için bile olsa dalıp gitmeler imdada yetişir. Oracıkta gideriz. Başkalarına, başka yerlere, başka olaylara... Hatta başka bir "dünya"ya...

Mustafa Ulusoy ölümü karşılamak ve ölüm korkusu üzerine o pek farklı ve çarpıcı anlatısı "Giderken Bana Bir Şeyler Söyle"de "dalgınlık" için ayrı bir bölüm ayırmış. Şöyle diyor: "İnsan olmanın farkı buydu. Bulunduğu andan kopmak. Kopmak. İnsanın dışında hangi varlık bulunduğu andan koparak dalıp gidebilir? Hangi varlık, şimdiden, şu andan dışarı çıkabilir, taşabilir?"

Şu gazetenin diğer sayfalarını karıştırıp tekrar bu köşeye döndüğünüzde anlayacaksınız ki, "Pazar notları" da bir tür dalıp gitmedir...

Dalgınlıktan dalgıçlığa doğru bir yolculuğa çıkmak... Ne güzel!

Şimdi tam burada Turgut Uyar'ın o muazzam şiirinin adını; "Göğe Bakma Durağı"nı hatırlamalı, değil mi? Şiirin bir dizesi vardır, alabildiğine yalındır fakat derinliği inanılmazdır: "beni bırak göğe bakalım."

Ama şu dizeyi de şiirden ayırıp kalbimde saklarım: "durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar."


Psikiyatrist Dr. Gülcan Özer'in Popüler Psikiyatri dergisinin Ocak 2009 tarihli sayısında GBBŞS üzerine yazısı:

Kederli bir konudur ölüm; kayıp, yas hepimizin içini sızlatır. Kaybettiklerimiz, kaybedebileceklerimiz kaygımızı alevlendirir. Oysa en sahici olanı, kendi ölümlülüğümüzü hemen daima yok sayarız. Ölüm kederlidir, kayıptır, yalnızlıktır, gözyaşıdır ve yazılması, konuşulması en zorlu konudur. Mustafa Ulusoy ölümü gülümsetmiş. Hayatı, insanları renklendirmiş. Beyaz, Kırmızı, Mavi, Eflatun, Gri, Kahverengi.

Beyaz, “dünya eksik bir yerdir” diyor. “Ölürken yalnız değiliz. Ölüm meleği geliyor ve birlikte ölümün içinden geçiyoruz” diyor. Ölümü en kederli yapan yalnızlığıdır denir. Ulusoy, çok kıymetli bir noktayı es geçmiyor. Ölüm anımızı anlatıyor, ayrıntılandırıyor, gülümsetiyor. İster varoluşun ister inancın perspektifinden bakın, ölümün gülümseyerek konuşulabilmesini sağlıyor.

“Ayrılırken söylenen sözler beraberken yaşananların özetidir” diyor Mustafa Ulusoy. İki insanın ilişkiden ayrılışı, gidişi, hayattan ayrılışına benzer. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Ölüm anı hayatın özetidir” diyor. Tüm bunlar hayatımızı gözden geçirmemizin gerekliliğini vurguluyor. Ölümü anlatırken hayatı anlatıyor bize. Babalığı, yoksunluğu, aşkı, kederi, dostluğu, öfkeyi, yalnızlığı anlatıyor.

Ben yalnız ölmemeye takıldım. Rahatladım, gülümsedim. İlk kez ölümü okurken sıkıntı hissetmedim. Ulusoy ölümü gündelik hayatımıza alıyor. Kabul buyurun, o var, diyor.

Ölüm sırasındaki yalnızlığımızı giderdikten sonraki soru, peki ya şimdi? Ölüm sonrası için bize hayata benzeyen, sıcak bir ortam sunuyor.

İnançlı olun ya da olmayın ölüm sonrası için inanç neredeyse yegâne çıkıştır. İnanç şanstır denir. Bunu bir kez daha fark ediyorsunuz. “İnsan ölünce ölümün içinden geçer” diyor Mustafa Ulusoy. “Hayat ölüme giderken geçilen bir süreçtir.” Benim için kitabın cümlesi budur.

Özel bir konu, özel bir kitap.

© 2013 Mustafa Ulusoy. Her hakkı saklıdır.