Taha Çağlaroğlu'nun Hece Edebiyat Dergisi'nin Mart 2009 nüshasında GBBŞS ile ilgili yazısını sunuyoruz.
Rengârenk bir roman. İçerden, derinlerden konuşuyor Mustafa Ulusoy; ne hariçten gazel okuyor ne de destursuz bağa giriyor. Romanı okudukça satırlar arasında kendimizi, arkadaşlarımızı, dostlarımızı, düşmanlarımızı, insanları, iç dünyamızdaki gelgitleri, kırılma noktalarımızı buluyoruz.
Romanın anahtar kelimeleri: Ölüm, ayrılık, öfke, kızgınlık, ayna, ontolojik âcizlik,aşk, büyük suskunluk, başarı, muhayyile, narsizm, hayat terapisi, hiçlik, yokluk, yetimane veya mahbubane hüzün, niye-keşke arasındaki açmaz, ölürken, ayrılırken söylenen son sözler. Cümle kapısından bizi içeriye buyur ediyor Ulusoy; kalbimizin odalarında gezdiriyor. Ölüm diyor. Ürkütmüyor ama heyecanlandırıyor, üşüyecek gibi oluyoruz fakat serinliyoruz. Çağımız insanını, onun zaaflarını, tutkularını iyi tanıyor Mustafa Ulusoy; insanın evrensel tarafını da.
Romandaki ana izlek, ölüm. Ölüme, engin bir tecessüs ve sükûnetle bu acıyı yakından tanımış biri olarak yaklaşıyor Ulusoy. Kendi hikâyesinin anlamını, ölüm hakikati karşısında sus pus olmadan terennüm ediyor. İnsanın yaşarken de, ölürken de yalnız olmadığını okuyoruz ruhumuzun sayfalarında. Roman baştan sona psikolojik çözümlemelerle dolu; fakat “iyi-kötü, ak-kara çatışması” biçiminde şabloncu bir zihniyet de hâkim değil romana. En bilge karakter Beyaz olmasına rağmen, diğer karakterlerde de samimiyetin ışıldattığı sevimli taraflar var: Kırmızı, bunlardan birisi. Günahlarıyla müftehir ve mütekebbir değil, Kırmızı. İç hesaplaşmaları çok güzel.
Romanın bazı cümleleri, günlerce zihnimizden çıkmayacak şekilde nakşoluyor belleğimize: “Dünya eksik bir yerdir. Eksik ama güzel. Eksik ama anlamlı. Eksik ama kederli.” , “Hayat, insanın başına gelebilecek en güzel şeydi.” , “En büyük kederimiz, anlardan sonsuz ayrılığımızdır.” , “İnsan ölünce ölümün içinden geçer.” , “Kabirler, sadece kendisini yuttuğunu düşünenleri yutmuştur.” , “İnsani kötülük, kötü yürekli olmak değildir. Orada olana razı olmamak ya da asla orada olmayanı istemektir.” , “İnsanın en temel sorunu, hikâyesinin boşluğa mı yoksa sonsuzluğa mı yazıldığıdır.” , “Ölümün olduğu bir dünyada ölüm sonrasından daha önemli ne var ki!” , “Biz, hiçbirimiz ölümden korkmuyoruz aslında. Biz, sonsuz ayrılıktan korkuyoruz.”
“İnsanın Temel Acıları Üçlemesi”nin ikinci kitabı olan “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” gerçekten bir şeyler söylüyor. Tepeden bakmıyor insanın zaaflarına. An’ın sırtına hikmetin ay nakışlı şalını seriyor. “Her an, insana şunu söyler ve gider: Giderken bana bir şeyler söyle. Bana sonsuzluğun mührünü vur.” diye her şeyden ayrılmayı öğretiyor. Varoluşun uğuldayan, kısılmış sesini açmak istiyor; hayatın anlamı, varlığımız, sonsuzluk üzerine konuşacak kimse arıyor; sonsuza dek sürecek bir öykünün, mezar taşlarının altında kalmayacak bir öykünün peşine düşüyor; acısız, kedersiz, ayrılıksız, sadece mutlulukla döşeli bir hikâye düşleyenlerin, aynı zamanda varoluşsal işe yarama duygusundan yoksun kişiler olduklarını fark ettiriyor; “Ötede bir yer olmalı.” diyor; cam parçasına değil, aynaya özendiriyor. Necatigil’in “Aynalarda çok şey görülüptür/ Yokken söylenmiş/ Olmadan görülmüşse” dizeleri ile tekrar bakıyorum aynalara. Acılar, kesintiler, firaklar; o sırlı yüzde yeniden anlam kazanıyor, tebessüm ediyor. Dünya ayrılık ve hasret üzerine kurulmuş çünkü. Adalet Ağaoğlu’nun kahramanlarından biri, bu hakikatin künhüne vâkıf olamadığı, kendisini kâinat ortasında sahipsiz ve hâmisiz hissettiği, belleksiz yaşama ürkünçlüğüne düştüğü için “İntihar etmeyeceksek içelim bari!” diyordu.
Suad Alkan’ın “İnsanı en çok ürperten, kendi nezdinde ‘an’ların anlamsızlaştığı zamanlardır ki nefsin olumsuz yönde ruhu bir siyanürle kazır gibi etkilediği hareketlerin akabinde ortaya çıkar.” sözü Ulusoy’un romanındaki “………kendi içinde kaybolurken…” ifadesi ile örtüştü gönlümde. Birisinin acısıyla ilgilenmekle onun acısının içinde kaybolmak da farklı şeylerdi. Âşık olup muhayyileye düşen, kendisinde kaybolan insanlarla bu üçlemenin ilk romanı “Aynalar Koridorunda Aşk”a da uzanıyor Ulusoy.
Soyut bir kavram olarak ölüm, her romancının cesurca işleyebileceği bir konu değil. Ulusoy, vuzuh ve cesaretle yürüyor. Daha önce de psikoterapi öyküleri diye nitelendirdiği Ay Terapisi’nde ölümün içindeydi zaten. Oradaki “Mavi’nin Ölüm Terapisi” de unutamadığımız öykülerdendi.
Akira Kurosawa’nın ünlü filmi Dreams’te (Düşler’de) Kızıl Fuji Dağı, Ağlayan İblis, Su Değirmeni Köyü, Yağmurun Arasından Gelen Işık, Şeftali Bahçesi, Tipi, Tünel, Kargalar adlı sekiz düş yer almaktadır. “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” romanını okuyunca birtakım içsel sahneler ile Düşler’deki kimi kareler kalbimde şimşekler gibi örtüştü. Aynı zamanda bir film eleştirmeni olan ve “Film Şeridi”nde psikolojik tahliller yapan yazar, romanın bir filmini yapamaz mı? Ağlayan İblis’te kahır, pişmanlık, sonsuz azap; Su Değirmeni Köyü’nde saf yaşantı, Yağmurun Arasından Gelen Işık’ta gizem, Şeftali Bahçesi’nde şefkat ve kâinat, Tipi’de müthiş cehd, uyarı ve önden gidenler, Tünel’de gökgürültüsü gibi bir vicdan sızısı ve hakezâ… Ulusoy’un romanında sille yiyen, arayan, o aynadan bu aynaya çarpan gönüllerin sızısı, hikmetin duvağını açan ve kale inşa edenlerin gür ve müstağni söylemine karışıyor.
“Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” ruhumuzda esen rüzgârların sürüklediği altın renkli yapraklarla dolu. Onların ebedî çağıltısı var romanın her köşesinde. Bir taraftan minik kahraman Haki ile mahzun oluyor, diğer taraftan Turuncu’nun kusurlarıyla sarsılıyoruz. Babasının ölümüyle sarsılan Sarı’nın yaşantımızdaki izdüşümleri üzerine seyre dalıyoruz. Bu mumlar ülkesinde sonsuzla görüşüyor, kan revan vaziyette yeniden yekiniyoruz. Nice ahların gizlendiği, nice ince şarkıların sonsuza ağdığı, nice büyüklenmeci renklerin kanattığı insanlık serüvenimiz, bizi tam alnımızdan vuruyor